BOĞAZİÇİ’NDE BİR AŞK-I MEMNU

“Aşk-ı Memnu; karısını kaybeden Adnan Bey’in 50 yaşlarında olmasına, biri erkek diğeri kız iki çocuğu bulunmasına rağmen, Boğaziçi’nde Melih Bey takımı diye bilinen bir ailenin, şuhluğu hafif-meşrepliği ile tanınmış dul anne, Firdevs Hanım’ın genç ve güzel kızı Bihter ile evlenmesi ve bu hatanın doğurduğu acı neticelerin hikâyesidir.” (1)

Adnan Bey’in yalısında kalan genç, uçarı ve çapkın yeğeni Behlül ile Bihter arasında memnu bir aşk doğar. Neredeyse romanın sonuna kadar Küçük Uşak Beşir dışında kimse bu aşkı farketmez. Behlül bir süre sonra bu aşktan kolayca vazgeçer ve amcasının kızı Nihal ile evlenme hevesine kapılır. Eserin sonunda Behlül ortadan kaybolur, Baba kız birbirlerine sokularak mutlu olmaya çalışır, Bihter ise kapandığı odada kalbine bir kurşun sıkarak intihar eder.

Halid Ziya bir mektubunda Aşk-ı Memnu romanını şu cümlelerle tanıtır: “Aşk-ı Memnu yazılırken İstanbul’un muayyen muhidlerinde, hususiyle Boğaziçi’nde Melih Bey takımını andıran aileler vardı. Muharrir(yazar) bunları uzaktan bilir ve tanırdı. Hayalinde birikmiş karmakarışık intibalar vardı. Bunları tebellür(açık şekilde ortaya koyma) ettirerek bir mecmu çıkarmak için muhayyilesini kamçılamak kâfi idi. Eserde birçok eşhas(Şahıslar) vardır. Bunların hiçbiri muayyen bir takım şahsiyetlerin tasviri değildir. Fakat heyeti umumiyesi(teferruatları) itibariyle birçok şahsiyetlerden istiare(ödünç alma) edilmiş müteferrik eczadan(çeşitli kısımlardan) terekküp(meydana gelmek) eden bir mevcuttur. Mesela eserin başlıca şahsiyetlerinden biri olan Behlül benim hususiyetlerini tanıdığım bir iki belki üç gençten toplanmış bir gençti. Firdevs Hanım ve kızları; hele Nihal ve babası, bunlar da öyle. Vak’aya gelince o tamamiyle hayal mahsülüdür. Bir kere hayal bu muhtelif şahısları o vak’anın içine atıp da yaşatmaya başlayınca, hele sanatkâr vakanın muhtelif safhalarında şahısların her birinde temessül(belli bir şekle girmek) edip onları ayniyle bir sahne sanatkârı gibi oynatınca artık hikâye canlı bir levha olarak kendi kendine bir hayat kesbetmiş (kazanmış, edinmiş) olur. Bu eserin birtakım meziyetleri varsa onların başında eşhasın çok olması, ve her birinin husûsi ve zâti bir hayat ile yaşamasıdır. Firdevs Hanım, Nihal, Bihter, hele bedbaht Beşir, şimdi uzaktan bunları düşünürken hepsini ayrı ayrı görüyor zannındayım. Hele Nihal gözlerimin önünde sapsarı, süzgün simasıyla hep Ada çamlıklarında babasının yanında dolaşıyor gibidir. Beşirin öksürüklerini işitiyorum. (2)

Servet-i Fünun romancılarından olan Uşaklıgil’in bu eserinde birçok resim unsuruna rastlıyoruz. Tasvir etme sanatındaki ustalığı bir nevi, Servet-i Fünun edebiyatçılarının seçkin bir edebiyat yaptığını kanıtlar niteliktedir:

“Bütün vücudu, bütün yüzü ince şeylerden oluşmaktaydı; garip bir rastlantı şakasıyla adından bile ince, uzun boyuna fazla bir yepeleklik geçiyordu. Sonra bu incelikler, renklerin belli belirsizlikleriyle karışarak onun tozlu sanılan donuk sarı saçlarından, üzerine düşen her kaygı gölgesinden kimi zaman koyulaşır kimi zaman açılır gözlerinden, hafif bir saz (rengi) altında seyrek rastlanır ve ancak sezilebilir pembe dalgalar uçuşan teninden daha çok bir incelikle inceleşerek Nihal’i bir ressamın fırçasında unutulmuş renklerin rastlantı sonucu bir armağanına, yoksul renkler çizgiler içinde çizilivermiş bir küçücük yüze benzetirdi. (Syf 318-İnkılâp yayınları)

Serveti Fünun “sanat için sanat” anlayışını benimsemiştir. Dilleri son derece süslüdür. Fransız realistlerin izinde yürümüşlerdir fakat zaman zaman romanlarında yerli bir romantizm etkisi görülür. Başlıca kaynağı; 19.yüzyıl Fransız edebiyatının ikinci yarısı olan bu topluluğun üyeleri, uğramış olduğu baskılar nedeniyle Yeni Zelanda’ya kaçmak istiyorlardı. Bu hayalleri gerçekleşmeyince hayali ülkeler tasavvur ettikleri söylenir. Varlığı ıztırap verici bir yalan sayan Fuzûli, insanları bu dünyadan çıkmaya ve saadet verici başka alemleri dolaşmaya çağırır:

Gelin ey ehl-i hakikat, çıkalım dünyadan

Gayr yerler gezelim, Özge safâlar görelim!”

Bu âlemin mükemmel olmadığı, mutlu olunabilecek bir âlem bulunduğu fikri neredeyse insanlık kadar eskilere dayanır. Dinlerin cennet fikri de bir bakıma bu arzunun mahsülüdür. Bu varlığı aşma arzusunu Bihter üzerinde de görüyoruz:

“Bihter anlıyormuşçasına yüzüne bakıyordu. Buradan nereye gideceklerdi? Demek o, kendisi ile birlikte yaşayabilmek için, her şeyini terkedecekti? Sahi, sahi, buradan birlikte; yalnız iki kişi artık bir daha dönmemek üzere, birbirlerinin kollarında ölmek üzere, uzak bir yerlere gidebileceklerdi öyle mi? Bu düşünce onu mutlu ediyordu. Yüreğinde hemen sanki şu dakikada görülmek, anlaşılmak için bir emeli bile uyanıyordu. İki ellerini Behlül’ün omzuna koyarak, gözlerine gözlerine dikerek soruyordu: –Demek o zaman buradan giderdik!.. Nereye, nasıl?.. Behlül: Bilir miyim, diyordu. Uzak her şeyden uzak bir yere…(syf- 220)

Bihter’in öyküsü bir tragedya olarak sunulur. Ancak bu eski Yunan tragedya anlayışından farklıdır. Tragedya 19. Yüzyıldan itibaren anlaşılmaz bir alın yazısı değildi. Yazarlar bireyin yazgısını yaşadığı çevre ve koşullarla bağlantılı olduğunu savunuyorlardı. Bihter’in hafif meşrep bir aileye mensup olması, annesinin eğilimleri, bu mantığı açıklamaktadır.

Nihal’in öyküsünü müstakil olarak ele alırsak bir büyüme romanı(bildungsroman) olduğunu görürüz. Okur Nihal’in, çocukluktan genç kızlığa geçişine tanıklık eder. Başka bir deyişle yaşamın bir evresinden ötekine geçiş yapar. Yaşadığı deneyimlerle de yeni bir bilinç düzeyine varır.

Bu kadar zengin bir muhtevaya sahip olan eserin yorumunu, yazarın kendi cümleleri ile bitirelim: “Ben Türkçenin ezeli bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devrelerinde muhtelif libaslarla,(kıyafetlerle) muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherimde sevdim.” (3)

(1,2,3)*Resimli Türk Edebiyatı Tarihi-Nihad Sami Banarlı

Önceki yazı
BİR TUHAF “KASİYER”
Sonraki yazı
Yu Hua’dan Yağmur Altında Çığlıklar “Terk edilmenin Dayanılmaz Hafifliği
keyboard_arrow_up