BU TANRI KİMİN TANRISI

BAŞKALARININ TANRISI

Mine Söğüt’ün Nisan 2022’de okurları ile buluşan ulaşan Başkalarının Tanrısı kitabını inceleyelim. Pandemi sonrası yoğun bir çalışma hayatının ardından artık okumaya daha fazla zaman ayıracağımız günlerde tavsiye edilebilecek bir kitap. Neden? Çünkü kitabın felsefi, sosyolojik ve psikolojik alt yapısı güzel oluşturulmuş. Mükemmel diyemem ama başarılı dokunuşları ve çok yönlü bir okuması olan bir kitap.

İlk olarak kitabın kahramanlarını tanıyalım.

  • Bacaklarını kendi kesmiş Efsun Abla
  • Kim olduğunu hatırlamayan Adnan Abi
  • Sokaklarda fahişelik yaparak yaşayan Hülya
  • Evini, plazalı sıradan hayatını terk eden şair Musa
  • Çöpte bulunan Matruşka bebek

Kahramanlara bakınca renkli bir kitap izlenimi veriyor ki bence de öyle. Hepsini ortak noktada buluşturan travmaları ve feleğin çarpmışlığı diyebiliriz. Efsun karakteri baba şiddeti ve sonunda annesinin intiharı ile sınanıp, sığındığı adam tarafından satılan bir kadın. Buna dayanamayarak bacaklarını kesen Efsun, annesi gibi intiharı değil sürünmeyi seçiyor. Aslında annesi gibi intihar ederek kurtuluş yolunu düşünebilecekken yaşamayı seçerek güçlüyüm mesajını veriyor.

Hülya, dünyaya güvensizliği buram buram kokan bir karakter.

İlk kez ve muhtemelen son kez kendi hikayesini anlatıyor Hülya.

Babam annemi gözlerimin önünde öldürdüğünde….

Doğduğumuz ev, dünyaya güvenimizi oluşturacak, dış dünyaya ilk açılan kapımızın böylesine sarsılması. Hülya’nın bu sarsılma sonucu uyuşturucu ile avunmaya çalışması.

Damarlarına batırdığın o iğneler, burnundan içine çektiğin o tozlar dilinin altında patlayan o pullar, yuttuğun o haplar… Hiçbirine bağımlı değilsin sen. Onlardan güç alıyorsun. Onlar sayesinde ayakta kalıyorsun.

Adnan karakteri kim olduğunu hatırlamıyor. Bilinen tek geçmişi

Belki de o yüzden unuttum her şeyi. Bu yükü omuzlarımdan atmak için. Belki de o yüzden bir parkta çırılçıplak buldular beni. En yalın halimle. Bedenimde de beynimde de sıfır yükle.

Adnan’ın kitap boyunca bir hakim, yargıç olacağı tartışılıyor, fakat kendisine dair hatırladığı bir geçmişi yok. Psikolojide Disosiyatif Füg olarak tanımlayacağımız bir durum söz konusu aslında tam da burada. Nedir dissosiyatif füg?

Dissosiyasyon, gündelik yaşantıda pek çok insanın stresle başa çıkma süreçlerinde tecrübe et-

tiği bir savunma düzeneğidir.  Normal şartlar altında bütünlük içerisinde bulunan bilinç, bellek,

kimlik veya çevreyi algılama işlevlerinde kopma olması şeklinde tariflenir. Dissosiyatif belirtiler, ki-

şinin travmayla başa çıkma kapasitesinin yetersiz olduğu durumlarda psikososyal işlevleri olumsuz

yönde etkileyerek bir bozukluk halini alır. Disosiyatif bozukluklar ilgi çekici psikiyatrik sendrom-

lar olmasına  rağmen tanısal geçerliliği tartışmalı  bir tanı spektrumudur. Dissosiyatif amnezi ile ele alınan bir rahatsızlıktır. Dissosiyatif füg, kişinin geçmişini unutup birden beklenmedik şekilde yaşadığı hayatı bırakmasını ifade etmektedir. Füg, kaçış- amnezi unutma olarak ifade edilebilir.

Romanın anlatıcısında da dissosiyatif füg, durumunun olduğunu şu satırlardan düşünebiliriz.

Bağıramıyorum. Sesim çıkmadığından değil, gerçekte kim olduğumdan emin olamadığımdan.

Her karakterin ayrı travmaları ve savunmaları var. Biz okurken sadece travmalarını okuyoruz. Efsun karakterinin de geçmişi diğer karakterlerine nazaran daha hatırlanır olduğu için savunma mekanizmasını da okuyoruz.

Kızınca bizden biri gibi oluyorsun. Hiçbir şeyi umursamadığın zamanlar, başka dünyadasın.

Kaçma Savunma Mekanizması: Bireylerin uyulması veya çözülmesi güç olan problemlerle veya engellerle karşılaşmaları sonucunda bunların meydana getirdiği kaygıdan kurtulmak için gerçekleri görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten gelmesi (Üç maymunu oynama) veya onlardan uzaklaşması çabasıdır. Sık sık kullanılırsa kişi hayal dünyası içinde yaşamaya başlar.

Gelelim romanın edebi yönüne;

Üst kurmaca olarak belirteceğimiz modern ve post-modern romanlarda karşılaştığımız bir tekniği kullanıyor. Nedir üst kurmaca, yazarın sürekli olarak bir kurmacanın içinde olduğunu okuyucuya hissettirdiği tekniktir. Bunu bazen kendisini bir karakter olarak romana yerleştirerek, bazen aralarda giriş metinleri ile okuyucuya seslenerek bazen de sonunda bu tarzı tercih ettiğini yazılarla ifade ederek belirtebilir.

Romanda yazarın sıklıkla metafor kullanımı da gözümüze çarpan bir diğer nokta. Edebi metinlerde anlamı derinleştirmek için yazarın elini güçlendiren bir yöntem diyebiliriz. Bu romanda yıkılmak üzere olan kahvehane, yaşadığımız hayatı temsil etmektedir.

Edebi olarak romanı güçlü kılmak adına eserde dikkatimizi çeken bir diğer nokta da yazarın zıt kavramlara yaptığı atıflardır. ‘Güçlü-güçsüz, gariban-zengin, inanmak-inanmamak… gibi

Yazarın roman için yapmış olduğu gerek edebi gerek psikolojik karakterler bir yana olsa da sonu benim için birazcık hayal kırıklığı. Nedenini romanın sürprizi diyelim ve söylemeyelim.

Önceki yazı
Akıl Çağı’nda Sartre’ın Özgün Kimlikleri
Sonraki yazı
KARDAKİLER
keyboard_arrow_up