Meczup

Önceki gün biraz kar yağmıştı ama hava güneşliydi ve yollar açıktı, hafta sonu için arabaya atlayıp yakınlardaki bir mezrada balık tutmaya karar verdim. Bir saate yakın bir yolculuktan sonra mezraya vardım ve daha önceden de bir iki defa balık tuttuğum nehir kıyısına vardım. Balık tutmayı bu işi ilk öğrendiğim zamanlardan beri sevdim, acemilik zamanlarımda hep tuttuğum balık sayısına odaklanırdım, bir balık tuttuktan hemen sonra şükürler eder bir sonraki için dua etmeye koyulurdum, uzun süreler boyu oltama yahut ağıma balık gelmedikçe işlediğim bir kusur var diye düşünüp Allah’a beni affetmesi için dua ederdim. Zamanla akıllandım. Balık tutma işinin tutulan balık sayısı ile hiçbir ilgisi olmadığı kanaatine vardım. Oltayı bir tarafa bırakıp onlara zarar vermemek için ağla balık tutmaya devam ettim. Çok kereler tuttuğum balıkları öperek, ufaktan okşayarak nehire geri saldım. Artık sadece bir öğünde yiyebileceğim kadar balık tutmak bana yetiyordu. Balık tutmaktaki asıl meselenin dinginlik verici düşüncelere dalmak olduğunu anladım. Saatler boyu ağımda balık varmış yokmuş umursamadan ağımın başında bekliyor, artık toparlanma vaktinin yaklaştığını anladığımda ağımı sudan çekiyor, tek öğünde yiyebileceğim kadar balığı ağdan çıkarıp geri kalanını suya salıyor, ayırdığım balıkları hep yanımda taşıdığım çakımla bir güzel temizliyor, hemen oracıkta ufak bir ateş yakarak balıkları soyduğum ağaç dallarına takıp kızartıyor ve saatler boyu duymadığım açlığın adeta bir anda mideme çöküverdiğini fark ederek onları yiyiveriyordum. Sonra da dönüş yolculuğu başlıyordu. O gün de öyle olmaması için bir neden yoktu. Balık tuttuğum esnada taşradaki sevmediğim memurluk işini, emeklilik zamanımın yaklaştığını, yıllardır çalıştığım için adeta yerlisi hâline geldiğim o taşradaki küçük ama huzurlu evimi, sonra yalnız olduğumu, yalnızlığa henüz alışamadığımı, boşandığım karımın kısa bir süre önce başka bir herifle evlenmiş olduğunu, hiç çoçuğumun olmadığını düşünüyor ardından tüm bu meselelerin beni zerre rahatsız veya mutlu etmediğini ve hiçbirisini umursamadığımı uysal bir biçimde fark ediyordum.

Ağımın başında beklemeye devam ederken şırıltılı nehre ilk kar tanelerinin düştüğünü gördüm ve ufak bir şaşkınlık yaşadım. Sabahleyin havada kar yağacağına dair hiçbir belirti yoktu. Fazla endişelenmeden, ne çok yavaş ne çok hızlı, ağımı sudan çektim. Balıkları görünce midemin kazındığını anladım ama hepsini nehre geri saldım. Belki on beş belki yirmi tane balık tutmuştum. Yavaş yavaş ayılmış ve gerçek dünyaya dönmüştüm, etrafımın kararmaya başlamış olduğunu fark ettim, kar hızlandığında nehrin sesini duymaz oldum, yabancısı olduğum mezraya daha önceki iki gelişimde de arkadaşlarım yanımdaydı, geldiğim dışında yol iz bilmezdim, yollar tıkanacak olursa o kış soğuğunda bir başıma ne yapardım?

Ağımı toparladıktan sonra hızlanmaya başladım, yanımda bir fener götürmemiştim, tedarikli değildim ama henüz tam karanlık çökmemişti, ilk defa uzaklardan köpek havlamaları duymuştum, mezradaki evlerin belki yarım saatlik mesafede olduğunu biliyordum ama oralara nasıl varılacağını bilmiyordum, kar da hızlanıyordu, tipiye dönecek olursa hepten yanacağımı anlamıştım. Ufak tefek malzemelerimin tamamını arabamın bagajına attım, bagajı kilitledim, bir an önce yola çıkmak için ön tarafa doğruldum, derken bir an duraksadım ya yanlış yapıyorsam, yolda kalırsam, bir kış gecesinde tıkanmış bir yolda soğuktan donarak ölürsem? Hepsi bir bir aklıma üşüştü, dizlerimin bağı çözülmeye başlamıştı, kaslarım gevşiyor, ayaklarım karıncalanıyordu, heyecanlanmaya başlamıştım, kalp atışımı duyabiliyordum, neredeyse altıma işeyecektim, fermuarımı açıp işemeye başladım. Biraz rahatlamıştım, sakince düşünmeye çalıştım ama bu esnada zaman geçmeye devam ediyordu, uzun bir süre hava kararmaz kararmaz da sonra bir bakmışsın ansızın kararmıştır ya işte öyle çökmüştü artık karanlık. Orada elimde yolumu aydınlatacak bir şey olmadan nasıl iz bulabilirdim, belki bir ağaç parçaşı yakardım ama ne kadar dayanırdı o, bir beze benzin döküp yolumu aydınlatsın diye yaksa mıydım, köpek seslerinin geldiği yere kadar ışığım olur muydu, ya köpek sesleri gelmemeye başlasaydı? Kolay kolay hiçbir şey görünmüyordu, inançsız birisi değilsem de cinden periden hiç korkmadığımı düşünürdüm ama karaltıların arasında kımıltılar oldukça endişelerim değişmeye başladı, belki gördüklerimi hayal ediyordum ama korktuktan sonra ne fark ederdi? Sonra balık tutmaya ilk başladığım zaman ettiğim dualar aklıma geldi, ara sıra namaz kıldığım zaman ettiğim dualar, bir zorluktan çıkmak için ettiğim dualar. Bildiğim sayılı duayı her amaç için ederim ve bunu gayet iyi bilirim, iyi ama o zor durumda bile bunu tekrar düşünür mü insan? Düşünmüştüm. Hep aynı sırasıyla dualarımı bitirdikten sonra rahatlamıştım ama bir tur daha dua etmek istedim, yavaş yavaş üşümeye başlamıştım ama artık karanlık da iyice çökmüşken dua etmek dışında bir şey yapmayı beceremiyordum. Kar gökyüzünü aydınlatıyordu ama benim çevrem sık ağaçlarla çevrili olduğundan aciz bir durumdaydım. Sefil düşüncelerimin içinde boğulurken ne bok yemeye o gün balık tutmaya gittiğimi, balık tutarken girdiğim bilge halleri sorgulamaya başladım, “hadi ne yapacağına karar ver de göreyim ne kadar aklı başındasın” diye kendime çıkışıyor, ağız dolusu küfrediyordum. Ansızın gerilerimden bir yerde çatırtı duymuştum, her şey olabilirdi, hangi duada kaldığımı unuttuğumdan en baştan dua etmeye tekrar koyuldum. Kar aydınlığı nehri belirginleştirdiği için arabamdan ümidi keserek yanından ayrılmış, nehrin kıyısına yürümeye başlamış, bir yandan dua edip bir yandan da kendiliğinden aklıma gelen odun toplama fikriyle ıslak da olsalar nehrin sürüklediği odunları kucaklamaya başlamış bir biçimde nehre iyice yakın, ilk kez o an fark ettiğim, irice bir kayanın kovuğuna sığınıvermiştim. Tüm vücudumu yerleştirebildiğim için biraz olsun kendime güvenim artıvermişti. Tek açıklık ön tarafımdaydı, oraya da topladığım odunların tamamını el yordamıyla dizivermiştim. Tam odunları yakacakken, dördüncü duaya da başlamışken nehrin karşı kıyısında bir karaltı gördüm. Çok geniş bir nehir olmasa da ilk başta karaltıları tam olarak fark edemedim. Gözlerimi kısarak baktığımda karşımda iki üç kişinin olduğunu anlamaya başladım, bir anda belki bir iki saattir üstümde olan gerginliği koyvermiş, okuduğum duayı bırakmış, tek çırpıda odunların üzerinden fırlamış, sağ ayağımı topladığım kütüklerden birisine çarpmış, kendime sunturlu bir küfür etmiş, dönüp o kısacık zamanda hıncımı bir çocuk gibi topladığım odunlardan onları bir parça dağıtıp sağa sola fırlatarak çıkarmış, nehrin tam kıyısına geçerek karşıdaki silüetlere bağırmaya başlamıştım.

Karşı kıyıda bir kadın ile iki küçük kız çocuğu olduğunu görebiliyordum, onlara o an ne kadar bağırdıysam da hiçbiri dönüp bana ya da başka bir yere bakmadı. Üçünün de başı önlerine eğikti ve ortada kadın, iki yanında ise iki kız çocuğu bir süre öyle durdular, şaşkınlığım tekrardan korkuya dönerken yeniden bildiğim duaların ilkini okumaya başlamıştım. Derken üçü de, yine başları öne eğik, yürümeye başlamıştı, arkama bakmadan taştan kovuğuma geri döndüm, sırtımı buz kestirecek kadar soğuk olan o büyükçe taş parçası o anda başka hiçbir yerde rahat edemeyeceğim tek konforlu alandı. Ahmak gibi oraya buraya dağıttığım odun parçalarını o kadar da uzağa fırlatamamış olduğumu sevinerek fark ettim. Odunları nasıl fırlattıysam öyle de topladım ve kovuğun önündeki tek boşluğa yığıverdim. Dalların bir kısmıyla kovuğun önünü, bana ne faydası olacaksa, elimden geldiğince kapattım ve çokca deliğin birisinden nehrin ötesini seyretmeye koyuldum. Başını kuma gömmüş deve kuşundan farksızdım.

Üç beden alabildiğince yavaşça yürüyordu ve nehrin başladığı yere ancak varmışlardı, ne olduklarını tam olarak anlayamadığım, sadece ölü veya diri bir kadın iki küçük kız çocuğu olduklarını bildiğim o üç varlık suya girecekler mi diye düşünmeye başladım. Girdiler. Nehrin içinde adım adım yürümeye başladıklarında kadın iki kız çocuğunun ellerinden tutmaya başlamıştı, bu kez başları ileriye doğru bakıyordu, baktıkları yerin tam yakınındaydım ama henüz beni fark etmiş olduklarına ya da umursadıklarına yönelik herhangi bir ipucu göremiyordum. Genişliği az olan, oldukça hızlı bir biçimde akan suyun ne kadar derin olduğunu bilmiyordum. Suyun soğuğundan, akış hızından ya da derinliğinden etkileniyor gibi görünmüyorlardı. Artık hiçbir şey düşünmeden, nefesim kesilmiş bir biçimde olacakları bekliyordum, belki oracıkta ölecektim ama dediğim gibi hiçbir şey düşünemiyordum artık.

Derken su boylarının hizasına geldi ve geçti, bir saniye, iki saniye, üç saniye diye diye kısa bir müddet sonra nehrin bana taraf yakasından yeniden görünmeye başladılar, iyice yakınımdaydılar artık ve sudan çıktılar. Nehrin kenarına geldiklerinde durdular, üçü de birbirine tamamen benzer bembeyaz elbiseler içindeydiler. Gördüğüm kadarıyla üstlerinde hiçbir ıslaklık yoktu, tenleri bembeyazdı. Durdukları yerde ilk defa birbirlerine baktılar ve gülümsediler. Kadın bir sağındaki bir solundaki kıza bakıp gülümsüyordu, ardından önce birinin sonra diğerinin saçını okşuyordu, daha sonra üçü birden bana sırtını dönüyor ve iki kız çocuğu kadının ellerini bırakarak tek başlarına suya giriyordu, ardından nehir boylarını aştığında vücutları suyun üzerinde yatar vaziyette beliriyor, kadın dizlerini dövünerek oraya buraya koşturuyor, sonra nehre girerek iki kızın ellerini tutuyor, peşinden üçü birden tekrar nehir kenarına çıkıyordu. Bu sessiz gösteri neredeyse beş on kez aynı bu vaziyette kendini tekrar etti. Aynı şeyi nefesim kesik vaziyette kaç defa daha izleyebileceğimi bilmeksizin kovuğumda beklerken son tekrarda üçü birden durdular ve benim tarafıma baktılar, bakışlarımız birbiriyle kesişmese de başıma bir felaketin gelmekte olduğunu düşünmüştüm. Üç beden bu kez bana doğruldular, sonra kız çocukları biraz geride kalarak ayakta dikildiler, kadın ise son derece hiddetli bir yüzle bana taraf yürüyüşünü devam ettirdi. Bakışları içinde bulunduğum kovuğun hemen üzerine yönelmişti, beni görüyor muydu hiçbir zaman anlamadım. Derken eline irice bir taş parçasını aldı, artık bana birkaç adımlık mesafedeydi, hayatım boyunca o kadar öfkeli bir yüzü bir daha görür müyüm bilmiyorum. İki eliyle taşı havaya kaldırdı ve bulunduğum tarafa doğru vücudunu tamamen gerdi, o anda gözlerimi tamamen kapatarak başımı cenin pozisyonunda iki elimin arasına aldım. Başımın hemen üstüne çarpan taşın şiddetli çınlamasını duyduğumda gözlerimi birkaç dakika daha kapalı tuttum. Gözlerimi yeniden açmaya cesaret ettiğimde dışarıda kadın da kız çocukları da yoktu.

Sonra taşın üstünden tam önüme o sıçradı; meczup. Beni gırtlağımdan sıkarak yakaladı ve dışarı çıkardı, neye uğradığımı şaşırmıştım. “Bir şey mi gördün, ne gördün?” diye bana sordu, boğazımı sıkıyor olmasından ötürü ancak hırıltılı birkaç ses çıkarabilmiştim, konuşamadığımı anladığında elleriyle yakamdan çekiştirerek sorusunu yineledi, ben bir iki öksürükten sonra ancak kısacık geveleyebildim; “Bir kadın, iki küçük kız çocuğu.”

Yakamdan tutarak beni sürükledi, nehirden uzaklaşıyorduk, elindeki fenerin ışığından arabamın yanına varmış olduğumuzu görebilmiştim, tekerlekler artık durmuş olan kardan görünmüyordu, yola çıkabilmiş olsaydım ilerleyemezmişim ama başıma ne geleceğini bilmediğim için çıkmamış olduğuma sevinemiyordum. Normalde kanlı canlı bir insana denk geldiğim için sevinmem gerekiyordu belki ama beni neden çekiştirdiğini anlamadığım o adam korkularımı devam ettiriyordu. Gördüğüm ölü ya da diri insanlardan haberli gibiydi. Arabamı biraz geride bırakmıştık ki, ağaçların içine adeta gizlenmiş olduğundan olacak, orada olduğundan haberimin olmadığı bir balıkçı kulübesine vardık. O gün daha hava kararmadan oraya varabilseydim tüm yaşadığım korkunç şeyler başıma gelmeyecekti diye düşünmeye başlamıştım ama kulübenin meczuba ait olduğu belliydi. Bir eliyle, ben kaçmayı aklımın ucuna bile getiremiyorken, yakamı boş yere tutuyordu, öteki eliyle ise cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açıyordu.

Kulübeye girdiğimizde iliklerime kadar ısındım, içeride çatır çutur bir soba yanıyordu, bacaklarımı büzdüğümü gördüğünde beni bir kapının önüne savurdu ve “tuvalet” diye bağırdı, ardından yüksek sesle adeta çığlığa benzeyen kesik bir kahkaha attı. İhtiyacımı giderip odaya tekrar girdiğimde bir masa kuruyordu. Doğranmış soğan, kızarmış balık ve dört tane ince belli çay bardağını masaya dizdikten sonra iç taraftaki odalardan birine, mutfak olacak, seğirtti. Elinde buğulanmış rakı şişesi ve içi su dolu kola bidonuyla odaya tekrar girdi.

Ayakta dikilmiş onu seyrediyordum, ciddi bir yüz ifadesiyle yanındaki tahta sandalyeyi işaret etti, hiç konuşmadan çay bardaklarına rakı ve su doldurmaya başladı. Kendi bardağını iki defa tam doldurup, rakıyı sek içti, sonra yarısına kadar doldurup üstüne su ekledi. Birinde su, birinde rakı iki bardağı da bana uzattı, hiçbir şey söylemeden tek dikişte rakıyı bitirdim, çirkin bir kahkaha attı, yüzü şekilden şekile giriyordu, biraz ciddiydiyse ardından kısa bir kahkaha atıyordu, ansızın öfkeli bir çehreye bürünüyordu, sonra mahzun bir hâl alıyordu. Ben bitirdikçe bardağımı tazeliyor, kendi de içmeye devam ediyordu. Artık ne yaşamakta olduğumu anlamlandırmayı bir tarafa bırakmıştım, hayatımda beni daha fazla şaşırtacak bir gün daha yaşayacağımı zannetmiyorum, kısa bir süre önce nehrin kıyısında yaşadığım gerginlikten sonra o balıkçı kulübesinde ne işim vardı, sanki kırk yıllık dostummuşçasına o adamla, meczupla, ne halt etmeye bir rakı sofrasındaydım hiçbirisini sormuyordum. Kızarmış lezzetli balıktan ve söğüşlenmiş soğandan yediğimiz, rakıdan içtiğimiz tüm o zaman boyunca ikimiz de asla konuşmadık, meczubun şekilden şekle giren yüzüne bakmaktan da vazgeçmiştim, sobadaki odunlar yanmayı bırakmış, dışarıdan belli belirsiz rüzgar, nehir, dalları birbirine çarpan ağaç sesleri geliyordu, dedim ya beni daha fazla şaşırtacak bir gün daha yaşayacağımı zannetmiyorum, bir anlığına öyle mesuttum ki, sonra bölük pörçük konuşmaya başladı “Annem ve kız kardeşlerim.” dedi, şaşırarak ona baktığımdan olacak gürültülü ve ürkünç bir kahkaha atarak; “Dışarıda gördüğün hayaletler, annem ve kız kardeşlerim.” Ardından sofrayı toparladı, rakı ve su getirdiği odaya girdi, bir sürede oradaydı, kap kacak sesleri gelirken ilk defa adeta sihirli bir alemden uyanmışçasına kaçmayı aklıma getirdim ama nereye gidecektim, arabamla kaçamazdım, hem içeri girdiğimizde kapıyı kilitlemiş miydi hatırlamıyordum, ya kaçma girişimim onu öfkelendirirse diye düşündüm, ya beni oracıkta öldürseydi? O esnada bulunduğum balıkçı kulübesinin ne kadar temiz ve düzenli olduğunu düşündüm, adam meczuptu ama bu pasaklı ve kirli olacağı anlamına gelmiyordu, üstü başı da hiç öyle perperişan falan değildi, üzerinde eski ama temiz giysileri vardı, yüzü tıraşlıydı, ben bunları düşünürken elinde üzerinde çaydanlık, şekerlik ve içinde çay kaşıkları olan iki ince belli bardakla geri döndü. İçki faslı bitmiş, çay faslına geçmiştik. Artık rahatlamış hissediyordum, o adam beni oracıkta hâlâ öldürebilirdi ve o konuda hiçbir şey yapamazdım, iyisi mi ölüm düşüncesini kafamdan atayım dedim. Sonra çay içmeye başlamışken hikayesini anlatmaya başladı, yüzü yine şekilden şekile giriyordu, bir süre sonra bakmayı bıraktım, garip sesler çıkarmaya devam ediyordu, duymazlıktan geldim, bir süre sonra mayıştığımı fark edince bir kanepeyi işaret etti, geçip oturdum, “uzan” diye bağırdı, kulübede ilk kez ağzımı açıp “iyi böyle” diyecek oldum “uzan” diye bağırdı, uzanıverdim, iç odalardan birinden iki kalın battaniye getirdi, birisiyle üstümü bir annenin çocuğunu sarmalaması gibi bir güzel örttü, diğer battaniyeyi öteki kanepenin üzerine attı, sobasız odadan geldiğinden battaniye buz kesmişti, üşümüştüm, biraz ayılır gibi oldum, sobaya iri bir kütük attı, duvara dayalı sehpalardan ikisini çekerek birini benim kanepemin yanına ötekini diğer kanepenin yanına koydu, iki sehpanın üzerine de çay bıraktı, ardından pantolonunu çıkardı, içliğiyle birlikte diğer kanepeye geçti, üzerini battaniyeyle örttü hikayesini anlatmaya devam etti. İçkici babasından bahsetmişti, annesini dövermiş zaman zaman, iki küçük kız kardeşi, annesi ve babasıyla o balıkçı kulübesinde yaşarlarmış, yine o günkü gibi yerde karın olduğu bir gün köye balık tutmaya birileri gelmiş, içlerinden birisi annesine tecavüz etmiş, köylülerden birisi bunu görünce adamlar kaçıp gitmişler, köylü adam kadının ağzını açmasına fırsat vermeden haberi köye ulaştırmış, köy kahvesindeki babaları gayet sakin ayrılmış oradan, hiddetinden haberdar köylüler adamın karısını döveceğini tahmin etmişler, birkaçı peşine takılmış ama adam onlara öfkeli bir biçimde bağırdıktan sonra onu takip etmeyi bırakmışlar. Adam iki kızını nehirde boğmuş, cesetleri ertesi gün bulunmuş, karısını ise bir çakıyla kalbinden bıçaklamış ama kadın ölmeden önce adamın kafasını nehrin kenarındaki, benim de kovuğunda saklandığım, irice taşın dibinde parçalayıvermiş, adam ve kadın peşpeşe ölmüşler. Meczup olaylar yaşanırken okuldan eve dönüyormuş, haber onlara da ulaşmış, koşarak evine vardığında her şey çoktan olup bitmiş. Kaçıp gitmiş oralardan, yıllarca avare dolaşıp durmuş, büyük şehre gitmiş, meczup hâliyle sağda solda iş bulmuş, karnını doyurmuş, hiçbir yerde uzun süre kalmamış, en sonunda mezraya geri dönmüş, kimse onu tanımamış ama hikayesini anlattığında tüm köylüler ona inanmışlar, yıllarca boş kalan balıkçı kulübesini çekip çevirmiş ve orada yaşamaya başlamış, anlattığına göre her sene karlı gecelerde annesinin ve iki küçük kız kardeşinin hayaletleri ona görünürmüş ve ilk defa bu hayaletler bir başkasına görünmüş, bunu söylediğinde bana belli belirsiz bir saygı duyduğunu hissettim, belki en akıllı vaziyeti oydu. Ardından uykuya dalmışım, sabah uyandığımda meczup evde yoktu, oda sıcacıktı, karşımdaki kanepede katlanmış battaniye duruyordu, sobanın üzerinde çay demleniyordu, kalkıp dün beni ittirdiği banyoya girip ihtiyacımı giderdim, elimi yüzümü yıkadım, içeri geçip battaniyemi topladım, çay içmek istedim, sonra aklım başıma geldi, tam evden çıkacaktım ki birisi cama vurdu. Dışarı çıktığımda baba oğul iki köylüyle karşılaştım. Baba olan köyün muhtarıymış, arabamı köylüler görünce beni aramışlar, köyün yolları o gün temizlenecekmiş, o habere sevindiğimi belli ettim, ertesi gün mesaim vardı, hastalandığımda bile işime gitmemezlik yapmam ben, amirlerim bu yüzden beni pek bir sever, bunu onlara da söyledim, belediyede memur olduğumu öğrendiğinde muhtar beni sahiplenmeye başladı, bu durum koltuklarımı kabarttı biraz, beni kahvaltıya davet etti, biraz nazlandım ama kabul ettim. Köy yerinde kahvaltı erken yapılır, onlar da yapmışlardı, ben önümdekileri yerken ev ahalisi beni seyretti, meczubun anlattıklarını onlara bölük pörçük aktardım, hikayeyi aynı durumda bir de muhtardan dinledim, meczubun adını sordum, “Meczup.” dedi ilkin, “İsmi yok mu?” dedim, şaşırdı biraz, duraksadı, içeriden karısını çağırdı, ona sordu, kadın bir iki düşünüp söyledi. Derken eve belediyenin köy yollarını açtığı haberi geldi, muhtar belediyeyi övdü, sanki beni övüyormuş gibi gerindim, giderayak bir iki şikayet söyleyeceğini anladığımda işi aceleye verdim, alındı biraz galiba, arabama kadar beni geçirirdi ya sadece oğlunu gönderdi yanımda.

Oğlu meczubun yaşlarındaydı, onu ilk gördüğümden beri hiç konuşmamıştı, sıkılgan tavırları vardı, sohbet etmek için bir iki soru sordum, kaçamak yanıtlar verdi. Sonunda “Evli misin?” diye sorduğumda “Hikaye öyle değil.” dedi, adeta her şeyi unutmuş gibi “Hangi hikaye?” diye sordum anlatmaya başladı. O meşum gün okul yolundan dönerlerken merakından meczubu gizlice takip etmiş, yolun bir noktasında birisi meczubun önünü kesmiş, cebinden bir çakı çıkarmış, “Baban beceremezse o orospuyu sen öldür.” demiş, meczup önde şimdiki muhtarın oğlu arkada balıkçı kulübesine varmışlar. Meczubun kız kardeşleri çoktan nehre karışmış, annesi ise bir taraftan ağıt yakıyor, bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da tırnaklarını babasının yüzüne batırıyor, adamın yüzünü kanatıyormuş, adam kadının sağını solunu tekmeleyerek ona yumruklar atıyormuş, kadın bir an için adamın elinden kurtulmuş, kurtulurken de adamı iri kayanın dibine düşürmüş, ardından eline kaptığı bir taş ile adamın kafasını parçalayarak onu orada öldürmüş. Meczup bunun üzerine kayanın üzerinden kadının üstüne atlamış, “Orospu.” diye bağırarak çakıyı kadının kalbine saplamış, kadın kısa sürede ölünce meczup kadının cesedinin üzerine kapanarak “Ana, ne yaptım ben ana?” diye diye ağlamaya, dövünmeye başlamış, sonra kahkahalar atmış, artık bir yandan ağlıyor, bir yandan kahkaha atıyormuş, sonra susmuş, gözyaşlarını silmiş ve koşarak ağaçların arasına karışıp kaybolmuş.

Adam sustuğunda büyük bir başka şaşkınlık daha yaşamıştım, artık oradan uzaklaşmak istiyordum, sırtımı ona döndüm ve arabama yöneldim, bunu görünce beni tutup serçe çekiştirdi; “Sen belediyede çalışıyorsun, ben bu hikayenin aslını kimselere anlatamadım, meczup yıllar sonra köye döndüğünde ona dedim sadece, ‘Sendin, anneni sen öldürdün biliyorum.’ dedim, hep yanında taşıdığı çakısını çıkarıp boynuma dayadı, bir güldü bir kızdı bana, ‘Seni de öldürürüm orospu çocuğu, ananı da öldürürüm.’ dedi, sustum, kimselere bir şey diyemedim, korkmuştum, ‘Zaten delidir kimse onu içeri bile tıkmaz.’ dedim kendi kendime ama yıllarca vicdan azabı duydum sustum diye, o kadın, meczubun anası, iyi biriydi, bir defa bana reçelli ekmek vermişti, tadı çok güzeldi. Sen belediyede çalışıyorsun, sana ne olduğunu anlattım ya günah benden gitti, artık ne yapılır edilir bilmem, günahı senin boynuna.” dedi.

Başım ağrıyordu, arabamın direksiyonuna geçtim, gözlerim yaş doldu, bir kaset açtım, yavaştan yine kar yağmaya başlamıştı, hiç düşünmeden sürdüm arabayı.

Adam sustu, başını dışarı çevirdi, camdan sadece gökyüzü görünüyordu. Tekrar konuşmaya başladı; “Hava aynı bugünkü gibi karlı ve kasvetliydi, hiç düşünmeden sürdüm arabayı, sürdüm, sürdüm…”

Artık tamamen susmuştu, konuştuğu süre boyunca masasında onu dinleyen psikolog hiçbir şey söylemeden bir düğmeye bastı, içeri irice iki görevli girdi, kanepede oturmakta olan adamın kollarına girerek onu çıkardılar.

Psikolog iç geçirdi, masada duran pembe dosyayı kapattı, iki fotoğrafı da dosyanın üzerine iliştirdi. Fotoğraflardan birisi az önce çıkarılan adamın vesikalığıydı. Diğerinde ise aynı adam ve ailesi buluyordu; baba, anne, iki kız kardeş ve bir çocuk.

Psikolog ayağa kalktı ve pencereden dışarıya baktı, baharın ilk günlerindendi, neşeli öğrenciler öğlen paydosundaydılar, dışarısı günlük güneşlikti.

Resim: Mad Man, Emma Visca

Önceki yazı
KARDAKİLER
Sonraki yazı
BİR İNSAN KENDİ ÖLÜMÜNÜN YASINI TUTABİLİR Mİ?
keyboard_arrow_up