Sus Barbatus, Faruk Duman’ın üçleme olarak tasarladığı serisinin ilk romanı. Kitabın arkasındaki açıklamada da yazdığı gibi ilk roman kış mevsiminde ikincisi baharda ve üçüncüsü de yaz mevsiminde geçiyor. Yazar yer isimlerini Ç. Gölü K. şehri diye yazarak bu hikayelerin ülkenin her yerinde yaşandığını belirtmek istese de bana iklim koşulları ve kitapta anlatılan kültürle K. Şehrinin Kars Ç. Gölünün Çıldır gölü olduğunu düşündürdü.
Kitabı okurken anlatılan olayları kafamda çocukluğumdaki tüplü televizyonda izlediğim Yeşilçam filmleri gibi canlandırdım. Hem de çok net çekmeyen karıncalı versiyonuyla. Başta bunun sebebini sorgulamasam da sonradan özellikle Kenan’ın karda kızakla sus barbatusu taşıdığı sahnede bunun sebebinin Yılmaz Güney’in yönettiği Tarık Akan’ın başrol oynadığı Yol filminden kaynaklandığını anladım. Gerçekten de kitapla film arasında konu ve karakterler açısından küçük benzerlikler var. Sanırım yazar K.şehri diyerek bu olayların ülkenin her yerinde yaşandığını kastetmekte haklı.
Kitapta her birini abim, öğretmenim, küçük kardeşim, komşum olarak gördüğüm hiç bir abartı ve yüceltme olmadan anlatılmış karakterler var. Kenan yüzde yüz iyi değil mesela hamile karısına yiyecek bulmak için dağlara gittiğinde kahraman olduğunu düşünse de Zeynep’in “Gel beni dinle, evde otur, benim halim iyi değil, bak, beni bırakma, sonra ben ne yaparım sensiz?” diyerek ağlamasını umursamıyor. Bekir Komutan da yüzde yüz kötü değil. Tutsakları sorgulamak için vahşi yöntemler kullanan biri olsa da Aysel karın aylardır kalkmadığı köyde buhran yaşayınca vicdana gelip ona şevkatle davranıyor. Atalay hem çocuk ruhlu, hem bencil. Kadir Ağa hem hırslı, hem sahiplenici. Her karakter yin ve yang. Bu yüzden hiç bir karakterden nefret etmem ya da hiçbir karakteri tutkuyla sevmem mümkün olmadı. Mustafa öğretmen dışında. O başka. Ama o da bütün beşeri duygulardan arınmış şekilde resmedildiği için bende bilimi, ahlakı, üstün insanı temsil ettiği izlenimi uyandırdı. Bunun için bir örnek vermek gerekirse Mustafa öğretmenin tek başına yürüdüğü anı anlatan şu satırları yazmak yeterli olur “Evden çıkınca, sabahtan beri ortalığı kasıp kavuran fırtınanın biraz hafiflemiş olduğunu gördü Mustafa Öğretmen. Bu iyi, tamam, diye düşündü, yüzüne aydınlık bir gülümseme geldi. Güneş doğmuş, ortalık ısınmış gibi geldi ona. Birden, birden yine iyimser damarı alev aldı. Kış da güzel değil mi? Kış olmadan olur mu, olmaz. Kar. Karı çok severim ben. Önce kar tıpkı buradaki gibi esir alacak ki özgürlüğün değerini bilesin. Aynı zamanda… Sık sık soluk alıp veriyor, uzun zamandır yürüyormuş gibi ikide bir durup önünde uzanan ufka bakıyordu. Bakıp bakıp, uzaklarda bir şeyler görmüş de tam seçememiş gibi dikkat kesiliyordu. Ama ne olacaktı ki orada. Önünde, daha ayaklarının dibinde başlayan, sonra ağaçlık lara kadar kabararak uzayan, üst üste yağdıkça koyu katı tabakalar halinde donup buz kesilen kardan, havanın katı bakır görünümünden başka ne olacaktı ki? Birden, hayvanlara hasret kaldığını düşündü. Yaz aylarında, okuldan, öğrencilerden, sendikadan vakit buldukça peşine düştüğü tavşanların, uzun uzun dolanıp aradığı halde bir türlü rastlayamadığı ayıların, kaynaşıp duran yılanların ortalığa saçıldığı sıcak yaz mevsimi… Dünya canlılarla güzel ya, daha güzel olabilir, diye geçirdi içinden.”
Konusu hakkında konuşup zaten çok fazla bilgi verdiğim bu kitap hakkında hevesinizi kırmak istemiyorum. Benim için kullanılan dil, yapılan karakter analizleri ne kadar değerli olsa da bunların sağlam bir konu üzerine oturtulması kitapları bir nefeste okumamı sağlayan önemli unsurlardandır. Yazar karakterleri içimizden birileri gibi anlatıp, mekanları yaşadığımız dünya olarak anlattığı gibi konuyu da hepimizin başına gelecek kadar gerçekçi olaylar üzerine kurmuş. Bu konu sıradan ve sıkıcı demek değil. Fakirlik ömründe en az bir kere aç kalmış herhangi bir insanın anlayacağı kadar bizden, özlemek bizim gurbetteki yakınlarımızı özlememiz, sevgiler bizimkiler gibi… Fakat kitabı sıradanlıktan ayıran kısım hepimizin hayatında olan bu duyguları ve düşünceleri bir bütün halinde ve güzel bir üslupla anlatmış olması. Herkesin eline bir kutu boya verebilirsin ama çok azı onunla harika tablolar yapabilir. Faruk Duman da bu işi layığı ile yapmış bir yazar. İşte o sanat eserinden birkaç örnek;
“Öğleye doğru kar yeniden tozmaya başladı, hafiften, kaz kanadıyla sofra süpürürmüş gibi hoş anlayışlı bir rüzgar çıktı. Uzaktan, köyün içinden ezan sesi gelmeye başladı” sf:52
“Orman ayaza kesmişti. Tipi çil çil mermi gibi atıyordu ağaçların üzerine. Ağaç kalmışsa. Ağaç kalmışsa. Ağaçlardan yalnızca muz dalları kalmıştı geriye. Kırıldı kırılacak, cam kılıçları gibi mecalsiz dallardı bunlar. Bir daha hiç eskisi gibi olmayacaklardı. Kuşkusuz bir daha, bu kıştan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kar erimeyecek. Buz hiç çözülüp çatlayıp çekip gitmeyecekti. Artık ne yapılacaksa, işte bu buzlarla birlikte yapılacaktı. Ormanın içinde, yine de, arada bir kıpırdayan bir şeyler vardı. Soluk alan. Toprağın altına sıkışıp kalmış. O kaskatı, benzersiz koyu lacivert ve ak toprağın.” sf:134